İstanbul’a dair ne varsa içimde söylenmemiştir. İstanbul ki bir bilinmezlik şehri. İstanbul ki başlamadan biten bir aşkın öyküsü. İstanbul ki martıların o hırçın yakarışları. İstanbul ki özlenen şehirdir. İstanbul ki ruhumun serzenişleri, İstanbul ki bir gece masalı, büyülü, ince bir tülle örtülüdür. İstanbul ki anlatılmak istenip de insanın anlatamadıklarıdır… Bir düş öncesi tatlı bir uykuya dalıştır. İstanbul’u özlemek delice özlemek tarif edilemez bir histir. Bu öyle bir özlem ki insanı kendisine delice meftun eden, özlemini yüreğin derinliklerinde ince bir sızıymışçasına hissedebilmektir. İstanbul bir sazdır... Hem de ince bir sazdır. Dile geldi mi ince hâlleri ile insanı sarhoş eden bir saz. İstanbul’um vazgeçilmez şehrim benim… Kaçsam bırakıp deyip de kaçamadığımız bir şehirdir İstanbul. Kıymetini bilemediğimiz her gün biraz daha kirlettiğimiz bir şehirdir. Bir köşeye saklanmış bizi izler. Ruhu ise Ayasofya’ya, Süleymaniye’ye, surlara sinmiştir. Gözlerimizi kapayıp dinlemek istediğimiz bir şehirdir. Azizdir. Yahya Kemal için bir tepeden bakılması gereken bir şehirdir. Gönül tahtlarımıza kurmamız gereken bir şehirdir. Kendisini bu koca ve bir o kadar da şuh olan şehrin sokaklarında çoğu kez yalnız bulan İstanbul âşığı, defalarca bu şehrin havasını teneffüs etmekten şikâyet etmez, hatta aynı havayı defalarca solumaktan büyük bir keyif alırdı. Her nefes alışında bu şehrin bağrında farklı bir hülyaya dalar, farklı ürperişler hissederdi. Öyle ki çoğu kez fethin neşeli çığlıklarını duyardı. Bazen kendisini İstanbul’un bağrındaki herhangi bir sur dibinde bulur, bazen de İstanbul’u, ona ait herhangi bir tepesinden seyir eylerdi. Her tepesinden ayrı bir güzelliğini keşfettiği İstanbul’unun zihninde vücut bulan parçalarını ve o eşşiz güzelliklerini bir araya getirerek tamamlardı. Hatta İstanbul’u bir şarkının sözlerini terennüm edermişçesine gezmekten zevk alırdı. Âdeta bu koca şehrin seyir defterini tutar, bir günde bir semtini gezmeyi bitiremezdi. Aynı yerlere defalarca gider ve gittiği o yerlerin tarihe karaladığı sayfalarının ruhuna inkişaf etmesini isterdi. İstanbul’a dair biriktirdiklerini gönlündeki seyir defterine, tarihin o semte dokunuşunu, o sihirli zamanların semtlere neler nakşettiğini keşfederek, yaşayarak işliyordu. Bu şehre yakıştırdığı kelime ise “aziz” kelimesiydi ki “aziz kelimesini kadın. erkek en sevdiği insanlar için içten gelen bir sevgiyle kullanır, fakat İstanbul için daha derin bir hazla söylerdi[i] Fetihle daha manidar anlamları yüklenen İstanbul kendisini almak aşkıyla hemhal olmuşlar sayesinde fethedilir, bu deli aşıkların ilk nefesleri ile vücut bularak bambaşka bir ruha bürünür. Bu koca şehrin işte bu ruh hali Yahya Kemal’ i cezbeder. İstanbul’un her bir taşında İstanbul âşıklarının nefeslerini solumak ister. Hatta fethin o manidar elinin İstanbul’a ilk dokunuşunu ve İstanbul’un bu ilk dokunuşla ürperişini asırlar sonra bile hissedebilmeyi arzular. Öyleki İstanbul’a en güzel sıfatla seslenir. İşte bu sıfat “Türk İstanbul”[ii]’ dur. Türktür çünkü Yahya Kemal ,İstanbul’un bu iklimine “bu mimariden ve bu halktan başka unsurların yaraşmayacağını”[iii] iyi bilir. Hatta Fetih Türkleri Türk İstanbul’un her tepesine, her sahiline, her köşesine kendi öz mimarilerini kurarken nidalarını da bu yapıların harçlarına su gibi katık yapıp üflemişlerdir. Bu nida ise asırlar sonra Yahya Kema’in duyabildiği bir yakarıştır. İstanbul’un maziye dönük bir yüzü de vardı. Yahya Kemal Eski İstanbul’unu özlediği ve İstanbul’un o eski siluetini görmek istediği zamanlarda Eyüp’ü, Edirnekapı’yı, Topkapı’yı, Süleymaniye’yi, Anadolu ve Rumeli Hisarları’nı, Sarayiçi’ni, Kâğıthane vadisini tek başına gezmeye çıkar, Türk Ruhu’nu bu topraklarda bulur. Bilhassa Anadolu ve Rumeli Hisarları’nda bu ilk dokunuşun tesirini hissederek bulunduğu zaman ikliminden o zaman iklimine kımıldayabilmeyi ister. Yahya Kemal için bu iki tarihi manayı yüklenmiş âbidelerin önemi, İstanbul’u yâr olarak sahiplenmelerindendir. Bunun gururunu ise bu iki âşık birbirine iki ayrı yakadan birbirine bakışarak yaşarlar. Maşukları İstanbul’dur. Kendileri ise birer âşık. Anadolu Hisarı’nın genç rakibi beş ayda göklere yükselmişken, ve Anadolu Hisarı bu rakibini seyir eylerken, ilkbaharda duyduğu top seslerinin ardından, mayısın yirmi dokuzuncu günü fethin müjdesini alarak, fetih ezanlarını büyük bir gururla dinlemiştir.[iv] Ki Anadolu Hisarı ulu bir rüyanın gerçekleşmesini ilk gören şahittir. Yahya Kemal “Fatih’in temelini kendi eli ile kurduğu ve dört ayda inşaatı bitinceye kadar başından ayrılmadığı Rumeli Hisarı” ile “Yıldırım Han’ın ve oğullarının kulelerinde yatıp kalkmış olduğu Anadolu Hisarı’ndan bir kaç duvarın”[v] kalıcı olacağına inanır. Onlar İstanbul’u ilk saf haliyle görmüşlerdir ve onlar fetih nidalarını duyarak taşlarına hapsetmişlerdir. Yahya Kemal Rumeli Hisarı’nı Şehitlik ile bütünleştirirken. Anadolu Hisarı’nı ise Üsküdar ile tamamlar zihinlerimizde. Bir o yakasını bir bu yakasını gezdiği İstanbul’unun Rumeli Hisarı ziyaretleri Şehitlik’te son bulurdu. Meselâ bir keresinde Peyami Safa’nın Beyoğlu’ndaki pansiyonuna sabahın oldukça erken bir saatinde gider. Beyazıt’tan Hamamizade İhsan’ı da alarak Rumeli Hisarı’na doğru gezintiye çıkarlar. Yolda ise Yahya Kemal eski ve ahşap, büyük, küçük binaların hiç bilinmeyen tarihlerini peşine taktığı bu iki dostuna anlatır. Firar etmişçesine gezinirler sokaklarda. Bu firarilerden biri olan Peyami Safa’ya bir kulak verelim: “Buna anlatmak demek hadiseyi en dar ebadında küçültmek olur. Anlatmıyor, terennüm ediyordu. Söylerken her kelimenin içine kendiliğinden melodiler dolduran tanonan sesi, cümlelerine bazen bir mısra, bazen bir şarkı ahengi veriyordu. Bizi dışarıdan gösterdiği her binanın içine sokuyormuş gibi , geçmişe yaptırdığı seyahatte rehberlik ediyormuş gibi harikulade bir çekiciliği v ardı. Rumelihisarı’ndaki fethin şehitlerinin mezarları önünde durdu. Bizi Fetih günlerinin anları içine çekti.”[vi] Ölüm.... Yıllar sonra gerçekleşeceğini sandığımız o olgu Yahya Kemal’in zihnini de zaman zaman meşgul etmiştir. Hatta “Ölümünden ürken ve hiçbir zaman kendi ölümünden bahsetmek istemeyen şairin bazı yakınları onun ebedi istirahatini bu mezarlıkta yapmak istediğini söylerler. Fakat bu söyleyiş o kadar ender olmuştur ki, esas mahal tam anlaşılmayarak Hisar’ın diğer tarafında ve sahilde kalan Aşiyan’a gömülmek istediği zannedilmiş ve oraya gömülmüştür.”[vii] Yahya Kemal’in muhayyilesinde Anadolu Hisarı’nı tamamlayan semt olan Üsküdar ise uhreviliği ile karşımıza çıkar. Yahya Kemal’e göre Üsküdar’a yakışan bu uhrevilik bağrındaki Karacaahmet’ten dolayıdır. Ayrıca Üsküdar zevk ve şevki de içinde barındırır. Üsküdar’a bu zevki ve şevki bahşeden ise Küçük Çamlıca ile Büyük Çamlıca’nın o şehvetvari eteklerine doğru yayılmasıdır[viii]. Üsküdar “eski musikinin neşvesi içinde leziz bir ömür sürüyordu.”[ix] Anadolu Yakasında eski musikinin nağmelerini dinleyerek neşe ile saltanat süren Üsküdar bir ululuğa daha sahiptir. Bu ululuk ise İstanbul’un fethini gören ilk semt olmasından ve o günün şa'şasına şahit olmasındandır.[x] Mana ile madde tüm varlıklarıyla Üsküdar’da buluşmuştur. Üsküdar Yahya Kemal için sükuna dalmış bir semttir. ![]() Ayasofya Cami’nin hemen yanı başında koskoca bir imparatorluğun padişahlarına ev sahipliği yapan Topkapı Sarayı ise her bir padişahın ruhi mizaçlarıyla Yahya Kemal’in düşünce dünyasında vücut bulur. Yahya Kemal Yavuz Sultan Selim’in odasına girdiğinde eyerlenmiş atının yanı başında beklediğini düşler. Büyük padişah kısa bir istirahatten sonra hemen çıkıp gidecekmişçesine Yahya Kemal’le buluşur. Yahya Kemal, Üçüncü Murat’ın odasına konuk olduğunda ise bu odanın “at oynatılacak kadar geniş ve camiler gibi kubbeli” olduğunu naklederken, “karşılıklı birer köşede duran iki yatak” dikkatini çeker. Muhayyilesine ise şu düşünce peyda oluverir. “Belli ki bu harem padişahı bütün saltanatını karılarının koynunda geçiriyordu.” [2] İstanbul Şairi’nin manevi duygulanmalarının diğer bir durak yeri ise Eyüp Camii ve çevresidir. Aziz İstanbul’da Eyüp şehri bir ölüm şehri olarak karşımıza çıkmaktadır. Eyüp şairimize göre “İstanbul’u fethetmeye gelen Türk ordularının hicretin 857. Senesi baharında, surlara karşı gördükleri bir rüyadır.”[3] Yahya Kemal bir iftar vaktinden sonra gençlerle baraber Eyüp’ü gezmek için çıktığı bir bahar akşamını unutamaz. O gecenin ruhani havası, çınarların gölgesi Yahya Kemal’i bütünü ile sarmıştır. Özellikle Çifte Gelinleri görebilmek için yerle beraber olan pencereden baktığında yanan mumları ve tellerle bezenmiş olan tabutları görür. Çifte Gelinleri “ ölüme kardeş gibi kol kola girmiş kızlar” olarak nitelendirir.[4] Ölüm Yahya Kemal’de naïf duruşuyla karşımıza çıkar. Ölümle kardeş olabilme fikrini Eyüp semti ile birleştirir. Ölüm şehri olan Eyüp, sahabi Halid’in yanındaki hâlâ fetih rüyasını gören o dalgın fetih askerinin bulunduğu semttir. Eyüp ise,“o rüyanın mücessem bir devamı” [5]dır. Yahya Kemal tarihi semtler dışında İstanbul’un diğer semtlerini de gezer. Ancak Şişli Moda ve Kadıköy ise Yahya Kemal için muammalı bir sorunun cevabı niteliğindedir. Bu muammalı soru ise Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde büyüyen ve oynayan Türk çocuklarının milliyetlerini tam anlamıyla öğrenip öğrenemeyecekleridir. Bu semtlerde Yahya Kemal ramazan ve kandil günlerini hissedemez.Bu semtlerde ise minareler silikleşip gözükmezken okunan ezanlar ise işitilmez. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isteyenlerin Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlere bakmalarının yeterli olacağını dile getirir. [6] Beyoğlu... O hoyrat ve kabına sığamayan semti ise Yahya Kemal “hiçbir taşında mazinin ruhu olmayan bir bina yığını olarak” [7]tanımlar. Beyoğlu ziyalar içinde yanarken eski İstanbul’un zifiri karanlıkta metemini çekmesi ise İstanbul şairini üzer. Yahya Kemal, İstanbul’un da fetihten sonraki neşesini arar. İstanbul’un bağrındaki fetih Türklerinin dokunuşlarının silikleşmesini istemez. Fatih Sultan Mehmet’in türbesinin etrafının tenhalaşmasını kabullenemez. Yahya Kemal’in hayallerinde Fatih Sultan Mehmet’in türbesini bir kavim bekler. Kalabalık bir kavim, kendi milli benliğine sıkı sıkıya bağlı olan bir kavim bekler. Bu kavim eline kör bir kazma alarak İstanbul’unun silüetini bozmaya kıyamayan bir kavimdir. [i] Nihad Sami BANARLI, “Kitap Takdim Törenleri, Konuşmalar”, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası-2, İstanbul,1968, s.111 [iv] Yahya Kemal BEYATLI, “Aziz İstanbul”, İstanbul Fetih CemiyetiNeşriyatı , İstanbul 1999, s.105-106. [vii] Şeyma Taşçıoğlu, Yahya Kemal’de Ölüm Mimarisi, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası-2 , İstanbul, 1968, s.149. [x] Yahya Kemal BEYATLI, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, İstanbul, 1997, s.28. http://www.sanatalemi.net/default.aspx?durum=haber_oku&id=5659 | |
Özlem Gedikli Deniz |
Cancer burçlar kuşağındaki bir takımyıldızdır. Diğer takımyıldızlar gibi mitolojik öyküsü kesin olarak belli değildir. Bununla birlikte genel olarak kabul gören öyküye göre Cancer, Herkül’ü (Herakles ) taciz eden bir yengeçtir. Herkül tanrılar tanrısı Zeus’un oğludur. Ama gerçek annesi, Zeus’un eşi tanrıça Hera değil, bir ölümlü olan Alkmene’dir. Alkmene ile aldatılan tanrıça Hera, Herkül’den nefret ediyormuş. Herkül kral Eurystheus’a hizmet ederken, çok başlı bir yılan olan Hydra’yı (Su yılanı) öldürmekle görevlendirilir. Eurystheus, Argos kralı Stenelos’un oğlu ve Perseus’un torunudur. Zeus Herkül’ü doğurması için Alkmene’yi hamile bıraktığında, Perseus’un ilk torununun krallık sahibi olacağını söyler. Perseus’un doğacak ilk torununun Herkül olacağını bilen Hera olaya el koyarak, Herkül’den sonra doğması gereken Perseus’un torunlarından Eurystheus’un zamanından önce doğmasını sağlar. Hera’nın sayesinde, Herkül’den önce doğan Eurystheus krallığı alır. (Ekhidna ve Typhon’un kızı) H...
Yorumlar